Cenâb-ı Allah, kıyâmet gününde mahlûkatı topladığında bir münâdî şöyle seslenir:
- Karşılıksız iyilik yapanlar nerede?
İnsanlardan bir cemâat kalkar, süratle cennete doğru yürür ve melekler onlara yetişip şöyle derler:
- Biz sizin süratle cennete koştuğunuzu görüyoruz, siz kimsiniz? Onlar da derler ki:
- Karşılıksız iyilik yapanlarız. Melekler tekrar:
- Sizin karşılıksız iyi davranışlarınız nelerdir, diye sorarlar. Onlar da:
- Biz zulme uğradığımızda sabrettik, bize bir kötülüğü dokunanı afvettik, derler. Onlara:
- Giriniz cennete, denilir.
Sonra bir münâdî daha:
- Sabır ehli nerede, der. Ve yine bir cemaat kalkar, süratle cennete doğru yürürler. Melekler onlara da yetişir ve:
- Sizin süratle cennete gittiğinizi görüyoruz. Siz kimsiniz, diye sorarlar. Onlar da:
- Biz, ehl-i sabırız,derler. Melekler tekrar:
- Sizin sabrınız neye karşıdır, derler. Onlar da:
- Biz Allah’a tâat hususunda sabrederiz, yine biz Allah’a isyandan kaçınmada sabırlıyız. Onlara denilir ki:
- Girin cennete!
Böyle hareket edenlere ne mutlu!..
Hakk teâlânın emirlerine sarılmak ve yasaklarından kaçınmaktan başka çare olmadığı gibi halkın hukûkuna riâyet göstermek ve onlara ünsiyet etmekten başka çıkış yolu da yoktur. Nitekim “Allah’a tâzim ve ibâdet, mahlûkata şefkat ve merhamet...” kâidesi bu hukûkun edâsını beyân eder.
Bu iki emrin yalnız biriyle yetinmek kusûrdur. Zîra bütünün bir parçası ile yetinmek kemal halinden uzaklıktır. Halkın ezâsına tahammül zarûrî olduğu gibi onlarla iyi geçinmek de vâciptir.
Allah yolunda olana lâzım olan devamlı sûrette fakr ve zillet duygusuyla mütevâziâne tazarrû ve ilticâyla kulluk vazîfelerini edâ, şer’î hudutları muhâfaza, sünnet-i seniyyeye tâbi olmak, hayır yolunda niyetlerini sâlim kılmak, zâhir ve bâtınını mâmur etmek, kendi ayıplarını görmek, Cenâb-ı Hakk’ın intikamından korkmak, kendi hasenâtı çok olsa bile az, seyyiâtı az ise de çok addetmek, şöhret âfetinden korkmak ve ürkmektir.
Kişi işlerine ve işlerindeki niyete -sabah aydınlığı gibi zâhir ve âşikâr olsa bile- ihtimam göstermeli ve iyi hallerine de asla güvenmemelidir. “Sadece din hizmetindeyim, şeriata teşvik ediyorum, halkı Hakk’a dâvet ediyorum.” diye bu amellerine îtimad edip de kendi halini iyi ve hoş görmemelidir. Bu gibi haller ve fevkalâde durumlar zaman zaman kâfir ve fâcirden de zuhûr edebilir. Nitekim Peygamberimiz -sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem-:
“Allah bu dîni fâcir bir adamla da teyid eder.” buyurmuşlardır. Bu duruma göre nefs terbiyesiyle meşgul olan mürîd, onu arslan gibi bilmeli ve ondan zuhûr edebilecek her türlü istidrâca hazır olmalıdır. Çünkü bu neviden istidraçlar mürîdin ayağını kaydırabilir.
Kalbe ârız olan zulmet ve kederin izâlesi tevbe, istiğfâr, nedâmet ve ilticâ ile mümkün olur. Dünya sevgisi sebebiyle kalbe düşen zulmet ve kederin izâlesi ise pek zordur. Nitekim Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
“Dünya sevgisi her günâh ve hatânın başıdır.” (Keşfü’l-Hafâ, I, 413) buyurmuştur. Allah teâlâ cümlemizi dünya ve dünya ehline muhabbetten ve onlarla münâsebet ve ihtilattan kurtarsın. Zîra dünyayı ve ehlini sevmek öldürücü bir zehir, helâke götüren bir hastalık, büyük belâ ve korkulu bir derttir. (İmam Rabbanî Mektûbat, I, 135)
Allah Teâlâ buyuruyor ki:
“Kâfirlerin müslümanları irtidâda icbar etmelerinin sebebi onların dünya hayâtını âhiret üzerine tercih etmeleridir. Allah teâlâ kâfir olan kavmi hidâyette kılmaz.” (Nahl sûresi, 107)
Kâfirlerin, bekâsı olmayan ve zevâle mâruz olan dünya hayâtını, muhabbetleri sebebiyle âhiret üzerine tercih ederek hevâ-yı nefsaniyyelerine tâbî olmaları, kendilerinin küfür üzerinde ısrarlarına ve başkalarını da küfre icbar etmelerine sebeb olmuştur. Binaenaleyh bu sûretle kâfirlerin irâdelerini küfre sarf etmeleri sebebiyle Allah teâlâ onları tarîk-ı necâta ulaştırmaz ve hidâyet etmez.
----------------------------------------------------